3 Haziran 2011 Cuma

BİR NANCY ATAKAN SERGİSİ- SAHTEKAR OLMADIĞIMIZI NEREDEN BİLİYORUZ?-

"Sahtekar olmadığımızı nereden biliyoruz?"
Bu soru, sizi rahatsız etti değil mi? İlk duyduğumda beni de rahatsız etmişti açıkçası...Sahtekarlık özelliğini kim kendine yakıştırır ki?
Ben, artık bu kelimeden o kadar da rahatsız olmuyorum şahsen...Nancy Atakan'ı tanıdığımdan ve "sahtekarlık" , "özgünlük" tanımlarını zihnimde yeniden sorgulamaya başladığımdan beri...
Zihnimdeki bu yeniden yapılanmanın nasıl oluştuğunu size anlatmam için, Nancy Atakan'ın "Bisiklet Heykelinden" ve onun yapılış öyküsünden söz etmem şart oldu şimdi...
Bisiklet Heykeli, bu serginin belki de en dikkat çekici parçası ve nasıl yapıldığı ile ilgili ayrıntılar da, en az eserin kendisi kadar ilginç...Sizin de bilmenizi isterim.
Hamburg'tayken çektiği bir fotoğraftan esinlenir Atakan. Fotoğrafta bir binanın penceresinde bisikletten yapılma bir korkuluk ve yanında Romalı bir sütun vardır. Nancy Atakan bu fotoğrafı alır ve gerçek bir şekilde bir "heykel" olarak kopyalar. Atakan, bir bisikletçiyle eski bisiklet parçalarından bir heykel yapar ve onu galerinin vitrinine yerleştirir. Romalı sütunu da, kartonpiyer ustalarına yaptırır ve heykelin arkasına koyar.
Şimdi tüm bunların amacı ne sizce?
 "O zaman bile Roma’lılar orantıları değiştirip Yunan’lıları kopya ediyordu. Oradan esinlenip, kopyalamaya başka bir türden devam ettim..."
Nancy Atakan, neden heykelin arkasına Romalı bir sütun koyduğunu bu sözlerle açıklıyor. Romalılar, orantıları değiştirip Yunanlıları kopya ederdi. Sanatçılar da başkalarından esinlenir, bir bakıma onlardaki imgeleri ama kendi zihninde yeniden yapılandırarak kullanır ve zaten, "sanatçının özgünlüğünden" kastedilen de budur.
Nancy Atakan'ın sanatçının özgünlüğüne dair yaklaşımlarına bir başka örnek de şudur: Atakan, Hamburg'da fotografik repredüksiyonlar üreten bir sanatçı olan Robert Rauschenberg'in eserlerini görür. Rauschenberg de, başkaları tarafından üretilmiş eserlerden modeller alarak, onları yeniden üreten bir "kopyacıdır". Diğer yandan, Taksim Park Otel'in yanında giderek büyüyen bir çaycı vardır ve Nancy Atakan, onu da 10 yıldır yakından izlemektedir. Neden mi? Çünkü çaycının mekanı ve mekanda yaptıkları adeta bir enstalasyonu andırmaktadır. Bir nevi, çaycı da bir çeşit sanat eseri üretmiştir ve üretmeye devam etmektedir ancak bunun farkında değildir. Nancy Atakan bir yandan Rauschenberg'in fotoğraflarındaki imgeleri, bir yandan da çaycının mekanına dair fotoğraflardaki imgeleri birbirine ekler ve tıpkı bisiklet heykelinin yapımında olduğu gibi, yine başkalarının imgelerini ama kendi bağlamında kullanır.
Özetle, sanatçılar olarak hepimiz birer kopyacıyız.
Çünkü eserlerimizi üretirken bir sürü başka ve başklarına ait fikirden esinleniyoruz.
Peki o halde, nasıl özgün olacağız biz?
Nancy Atakan'a göre, imgelerden esinlenmemizde bir sorun yok. Tabii eğer kendi bağlantılarımızı kurabiliyorsak...Çünkü kuramıyorsak, bize "taklitçi" derler. Ancak, kendi bağlantılarımızı kurabildiğimizde kendi özgünlüğümüzü oluşturabiliriz.
Ne dersiniz?
Bizi özgünlüğe götüren yolun bir parçası olan türden bir sahtekarlık o kadar da kötü bir şey değilmiş değil mi???

EMRE ZEYTİNOĞLU İLE KURATÖR SANATÇI İLİŞKİSİ ÜZERİNE

Kuratör olmanın, herkesçe bilinen ve kabul gören kurallar dizisi vardır. Acaba kuratörlük, herkes için bu kurallar dizisi çerçevesinde ve bilinen süreçler dahilinde mi ilerler?
Eğer söz konusu kuratör Emre Zeytinoğluysa, sanırım bu sorunun tek bir cevabı var: Hayır, ben kuratörlüğü herkes gibi yapmıyorum.
Peki nasıl yapıyor?
Emre Zeytinoğlu kendini bir kuratör olarak tanımladığı halde, diğer kuratörler gibi çalışmadığını ifade ediyor. Öncelikle, Zeytinoğlu bir kuruma bağlı olarak kuratörlük yapmıyor. Onun yaklaşımına bir tür "sanat avcılığı" diyebiliriz. Kuratörlük yaptığı sergilerde, yaşanan diyaloglarda kendisine ilginç gelen bir fikir olduğunda Emre Zeytinoğlu'nun tavrı şöyle: Kendisine ilginç gelen o fikri diyalogun içinden çekip alır, karşısındakine söyler ve onu bu konu hakkında düşündürtür ve eğer onun önerdiği konu hakkında sergi yapma fikri karşı tarafa cazip gelirse, yeni bir süreç başlar. Serginin konusu ve düzenlenişi hakkında bir dizi toplantı yapılır. Bu toplantılar tartışma ortamında geçer ve herkes fikrini beyan edebilir.
Serginin yapılacağı yer nasıl belirlenir? Bu durumda da, ya bir yer  bulunur ya da belirli bir yer yoksa, galerilerden böyle bir talep gelir. Deyim yerindeyse, bir kez sergi kararı verildikten ve insanlar bu sergiyi yapmaya gönüllü olduktan sonra "herşey çorap söküğü gibi gelişir". 
Emre Zeytinoğlu'nun bir kuruma bağlı olarak kuratörlük yapmadığını söylemiştik: Bunun çok yönlü sonuçları var. Mesela, bir kuratör kuruma bağlı olarak çalıştığında hem iletişim halinde olduğu sanatçıları hem de kendini besleyebilir, kurum da o sanatçıları besler, yani yarar ilkesi karşılıklı işler, hem sanatçı hem kuratör para kazanır. Oysa kuratör bir kurumun çatısı altında olmadığında hem çok özgürdür hem de "risk altındadır". Emre Zeytinoğlu'nun deyişiyle, bir kurumdan bağımsız çalışan kuratör daha doğaçlama süreçler ve işler içinde olabilir ama bu işler uğruna zaman zaman para da kaybedebilir.
Emre Zeytinoğlu da, kurumlardan bağımsız bir kuratör ne yaşıyorsa hepsini yaşamış biridir. Verimli diyaloglar, yeni projeler, yeni insanlar, doğallıkla yaşanan özgür süreçler ama öteki uçta aksilikler, bazen cepten harcanan paralar,tek başına yüklenmek zorunda kalınan sorumluluklar...      

SANATORIUM SERGİSİ İLE ATEŞİN DÜŞTÜĞÜ YER SERGİSİNİN KARŞILAŞTIRMASI Ve -Samimiyet ve Sanat Ortamında Var Olabilmenin Koşulları Üzerine Bir Yazı-

Sanat ortamında var olabilmenin de belirli koşulları var mıdır?
Sanatorıum galerisi ve bir sanat ortamı olarak onun kendini  ifade biçimi, hatta bu ifade biçimine bağlı olarak "Ateşin Düştüğü Yer" sergisine dair eleştirileri bizi yazının başındaki soruyu düşünmeye itiyor.
Sanatorıum galerisi için, sivil bir inisiyatif olarak kendini eleştirebilme yetisine sahip olduğunu söyleyebiliriz. Hatta, samimiyetlerinin kaynağı budur bile denilebilir. Çünkü Sanatorıum diğer galeriler gibi, keskin ve köşeli tavırlara girmez ve her zaman, önemli olanın niyet olduğunu savunur. Niyet o denli önemlidir ki, çoğu zaman popülerlikten bile önce gelir.
Sanatorıum galerisi çalışanları için, niyetten sonra önemli olan diğer unsurlardan biri de serginin "bütünlüğüdür". Bütünlükten kast edilen, biçim ve içeriğin bir arada oluşudur ve "bütünlük" olgusu bir serginin niteliğini belirleyen temel ölçütlerin başında gelir. Öte yandan, bir sergide yerleşim düzeninin bu söz konusu olan bütünlüğü savunması ve sunumun dahi buna göre yapılması hayli önemlidir.
Bir sergide, bütün bunlar kadar önemli bir başka ölçüt de katılımcı sayısıdır. Katılımcı sayısı, bir serginin niteliğini büyük ölçüde etkiler.
Oysa "Ateşin Düştüğü Yer" sergisi, Sanatorıum galerisi çalışanlarının deyimiyle bir "pazar yerini" andırmaktadır, yani yerleşim düzeni yanlıştır. Sergi bir bütünlük oluşturmaktan ziyade, oraya buraya atılmış eserler yığını görünümündedir. Bu nedenle, Sanatorıum galerisinin aksine "Ateşin Düştüğü Yer" sergisinde niyetten çok popülerlik ön planda gibidir. 
Özet olarak, Sanatorıum galerisi çalışanlarının "Ateşin Düştüğü Yer" sergisinde en çok eleştirdikleri yanlardan biri bütünsellik olgusundan uzaklık, diğeri ise sanatçıların eserlerine dair sonuçları daha baştan kendilerinin ortaya koymalarıdır. Sanatçıların eserlerinde sonucu kendilerinin ortaya koymaları ise, sanatın amacını baltalar ve onun doğasından uzaktır. Çünkü bu sözü edilen yaklaşım "sanat tarihçilerinin" işidir.        

"FOR WHAT" SERGİSİ -SANATORIUM- "Bütün bunlar ne için?"

NE İÇİN?Aslında, serginin anlatmaya çalıştıklarına dair ufak bir ipucu bu...Ana soru "ne için?" değil... "Bütün bunlar ne için?"...
Şöyle düşünmek daha yerinde olacak galiba: Ne için sorusu çok derinde yatan var oluş nedenlerimizi sorguluyor. Kendine uyarla bunu... Daha iyi anlarsın. Mesela, sen resim yapmayı seviyorsun ya da başka bir deyişle, seni resim yapmaya iten bir şey var içinde...Ne için resim yapıyorsun sen? Resimlerin satılsın diye mi, ünlü olmak için mi ya da ne bileyim sanat dünyasına adını kazımak için mi? Bütün bunları aşan bir güçtür resim yapma dürtüsü...Peki neden? Üzerinde düşün...Resim yapmasan ölür müsün? Kimse ölmez resim yapmıyor diye. Ama sen yapmazsan, senin içinde bir şeyler eksik kalır. Çünkü senin var oluşunun anlamı o...
Yani, bu sergiye dair sözünü etmemiz gereken şey var oluş maceramız ve beraberindeki kaygı olmalı. Çünkü kaygı bir kendini gerçekleştirememe ya da öyle hissetme halidir ve bunu ancak, var oluşuna uzak kalmış insanlar bilebilirler. Çünkü sancısını da birebir onlar taşırlar.
Bu durumda,şimdide bizi üretime iten "dip nedenlerden" söz etmek gerekecek. Bu serginin sıkıntılı bir sürecin ardından çıktığını söylemiştin ya... Demek ki,o çocuklar üretim süreçlerinin bir aşamasında tıkandılar ve kendilerini sorgulama ihtiyacı hissettiler. Belki de, üretimlerinin en derinde yatan nedenlerini yeniden hatırlama ihtiyacı hissettiler. Biz, en temelde "ne için" üretiyorduk dediler kendilerine bir anlamda. Hafıza tazelemek gibi bir şey. Çünkü sanat eseri üretenin ürettiği şey  bir sonucun yansıması gibi görünür ama aslında "o kadar"değildir. Bu gördüğümüzün yani "görünenin" ardında da bir gerçek vardır. İşte o gerçeği aramaya, araştırmaya çıkar sanat eseri üretmek için yola çıkan ya da "üreten"...
Özeti şu: "Biz neden dünyaya geldik?"
Ya da bu serginin deyimiyle, bütün bu çabalar ve sancılar ne için???
Ölüme doğru kaçınılmaz bir biçimde ilerleyen bir şey hayat ve herkesin, sonunda bir gün bitecek olan bu dünyada yaşarken "nedenlere" ihtiyacı var. Yüzeysel değil, derin nedenlere...
Çünkü insan "var olmak" istiyor. Var oluşunu gerçekleştirmek istiyor ve bunun için arada kendisine "ne için" sorusunu sormaya ihtiyacı var. Kendini tamamlayabilmesinin gereği bu...
Var oluş kaygısının kaynağı da, işte bu dip nedenleri kaybetmek ya da bir nevi yok olmak...Bu yok oluş seni "hiç varolmamışa", "dünyaya hiç gelmemişe" çevirebilir.
Bunu kim kabul edebilir ki...
Varlık ile yokluğun iki ucunda kendini arayanların, kimliğini arayanların, görünenle yetinmeyip ardını arayanların hafıza tazeleme sorusu bu. "NE İÇİN?"
Kierkegaard'ın da dediği gibi: "The biggest danger, that losing oneself, can pass off in the world as quietly as if it were nothing; every other loss, an arm, a leg, five dollars,a wife is bound to be noticed."
Anlamı şu: En büyük tehlike olan kendini kaybetme, hiç olmamış gibi dünyadan silinip gidebilir. Halbuki bir kolun, bacağın, beş doların, bir eşin kaybı mutlaka fark edilir.
NE İÇİN ÜRETİYORUZ?
NE İÇİN YAŞIYORUZ YA DA NE İÇİN BU DÜNYAYA GELDİK SORULARININ KESİŞTİĞİ BİR YER VAR ANLAYACAĞIN.
Mevlana ne der: "İnsanın değeri,aradığı şeye göredir."

*Yukarıdaki ikinci fotoğraf, Can Ertaş'ın "Büyük Beyaz 2" adlı eserine aittir. Eserde vurgulanan ana nokta, görünenin arkasında var olan şeyi araştırmaya ya da merak uyandırmaya teşvik etme metaforu üzerinden kendini tanımlar.